Hafta sonundan (19 Şubat) itibaren başımıza gelenlerle ilgili yazılanları, TV’lerde yapılan yorumları takip etmeye başladım.
Ancak kendime şaşırdım. Çünkü, sanki gündemdeki Soner Yalçın ben değildim. Gelişmeleri sanki dışarıdan biriymiş gibi seyrediyorum.
Ayrıca:
Sanki başka bir zaman diliminde yaşıyorum.
Yıl 1993.
Türkiye’nin neredeyse bir iç savaş yaşadığı dönemde habercilik yapmak gerçekten zordu. O güne kadar kamuoyunda korkutucu bir “kontrgerilla” kavramı vardı. Yani bugünün bilinen adıyla “Derin devlet!”
Türkiye’deki faili meçhul cinayetleri kontrgerillanın işlediği, kamuoyunda yaygın bir kanıydı. Fakat o tarihlere kadar bu sadece bir savdı.
Bu iddianın gerçekliğini bir kişi yaşadıklarını anlatarak ispat etti; Binbaşı Ahmet Cem Ersever.
Öyle bilgiler verdi ki bana “kontrgerilla”, “derin devlet” olgusunun ne olduğunu eylemler temelinde öğrendim. JİTEM’i, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ı, Musa Anter, Vedat Aydın, Halit Güngen gibi o güne kadar faili meçhul kalmış cinayetleri…
Ayrıntıya girmeyeyim. Bunları “Binbaşı Ersever’in İtirafları” kitabında anlattım. Ersever öldürülünce, bana anlattıklarının hepsini bu kitabımda yazdım. “Kontrgerilla”, “derin devlet” olgusunu bütünüyle ortaya çıkarmıştım. Deyim yerindeyse “bombayı patlatmıştım.”
Kitap yayınlandı.
Ne oldu biliyor musunuz?
Hiçbir yayın organında yer bulmadı. Ayrıca dönemin Kürt sorunu hakkında yoğun haberler yapan “Özgür Gündem” gazetesi ve bazı Kürt milletvekilleri beni gündemi değiştirmekle itham ettiler.
O günlerde gündem neydi şimdi anımsamıyorum bile. Yedi yıllık gazeteciydim, bu tepkilere şaşırmıştım. “nasıl yani, bunlar kitabı okumadılar mı?” diyordum. İşte ilk bu olayla anladım.
Siz aslında o güne değil, tarihe yazıyorsunuz. İnsanların gerçekleri görmesi, anlaması için zamana ihtiyaçları oluyor.
Silivri 4 Nolu L tipi Cezaevi F-2 koğuşundan yazıyorum bu satırları.
Hep istedim ama hayatım boyunca romantik olamadım. Gazetecilik mesleği nedeniyle belki de hep gerçekçi kaldım. Hep olgular peşinde koştum. Haberler beni nereye götürdüyse oraya gittim. Bildiğimi, gördüğümü yazdım. Kalemimi hiç eğmedim. Kuşkusuz bedeller ödedim ama takdir de gördüm.
Ve fakat bu konuda yanıldım; devletin bir tertip düzenleyeceğini öngöremedim. Herkes söylüyordu, “Gazetecilikte ısrar edersen seni cezaevine atarlar”
Kalemimi kırmamı teklif ediyordu aslında yakın çevrem. Nasıl yapabilirdim bunu?
Yapmadım. Zaten yapamazdım; Gerçeğe aşıktım. Doğrunun peşinden koşmayı sürdürdüm.
Sonuç?
Silivri cezaevindeyim. Ama biliyorum ki Silivri Cezaevinde yatan “terörist” ben değilim. Ellerine kelepçe vurulan “terörist” ben değilim.
Silivri cezaevinde Türk basını yatıyor. Bu mesele benim kişisel bir meselem değil. Öldürülen, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu muydu? Hayır, biz gazetecilerdik öldürülen, cezaevine atılan, kapı önüne konulan. Niçin? Haber yaptığımız için.
Mesele bu kadar nettir. Bu cinayetleri kişiselleştirebilir miyiz?
Evet. Türk basını büyük bir imtihan verecek. Ya her bedeli ödeyerek özgürlüğüne sahip çıkacak, ya da yok olacak…
Bakınız…
Farklı siyasal görüşlerde olabiliriz. Birbirimizi yazılarımızla kırmış da olabiliriz. Ama mesele bunlar değil. Biz gazeteciler bunu kendi içimizde hallederiz. Şimdi mesele nasıl bir ülkede yaşadığımız gerçeğidir.
Ya insan kalmayı sürdüreceğiz ya da korkak bir akrep gibi yaşayacağız. Karar aslında sizin. Ben insan olmayı seçtim ve bundan geri adım atmayı hiç düşünmüyorum.
Beni-bizi kimse merak etmesin, bizim için endişelenmesin. Biz bu soğuk dört duvara dayanırız.
İçeri atılan Soner Yalçın değildir. Hepinizin onurudur, vicdanıdır, özgürlüğüdür.
O halde…
Bozun şu alçakça tertibi. Bu ülke buna layık değildir.
Soner Yalçın